Holy day: Kutsal gun
Holiday: Tatil
10 Eylül 2009 Perşembe
7 Eylül 2009 Pazartesi
Bir Baskasinin Notlari
Televizyon acik. Ruhumu emiyor ama bu kadar ruha hic de gerek yok zaten. Bir bolumunun yolu acik olsun, her seyin asirisi zarar ne de olsa. Sikintidan baska bir sey vermiyor. Unutmak en guzeli, bu bakimdan televizyona minnettar olmak dahi gerekir. Ozgurluk pek de matah olmayan eski bir ideal. Zamyatin ve Biz. Ozgurluk degil uyum.
Bir tartisma programi. Ne kadar da onemli bir konuda fikir beyan ediyor katilimcilar: kitle kiyiminin sebepleri. Neden o kendi halindeki, sessiz sedasiz cocuk birgun babasinin cekmecesindeki pompali silahi alip ta sira arkadaslarinin uzerine kursun yagdirir? Gozlerinde birikmis bir ofke ve dudaginin kenarinda bir siritis. Buyuk bir rahatlama. Nereden cikti bu kadar tutku, bu ne enerji de neyin nesi? Kim kaldirdi barajlari?
Onemli bir konu konusup ta en belirleyici noktalari es gecmek. Tartisiyor gibi yapmak. Biliyor gibi. Herseyden haberdar gibi. Sakat kavramlarla yanlis sorular soruyorlar ve itibar goruyorlar. Hak etmedikleri bir saygi. Kitle kiyiminin bir sebebi bu olamaz mi? Adil dagitilmayan itibar? Silahiyla okul basan cocuklar kayip itibarlarini aramiyorlar mi?
Pazar meydanlarina bombalar yagiyor. Bir baba her gun cocugunu siyah deri kemeriyle dovuyor. Amerika Afganistan'da terorist ariyor, buluyor, yok ediyor. Ongorulebilir zayiatlar var elbet. Demokrasinin evrensel bekciligi gorevi icin kucuk maliyetler. Boyle dusunuyor insanlar. Savastan donuyor askerler. Kulak kesenler ve kadinlara tecavuz edenler.
Neden katliam yapar siradan insanlar?
Ogretici bir reklam. Borclarin icin dertlenmeyi birak diyor, aklini kullan. Disaridan kahve almak yerine kahveni kendi evinde yapsan yilda 1000 dolar kazanirsin. Aklini kullansana, hesapla. Ayda 85 dolar cepte. Dusunsene. Ne karli is. Yilda 1000 dolar az para mi?
Borca batmissin ve bunun sorumlusu sensin. Cok kahve ictin vaktinde. Dusunmeden hem de. Simdi kendi kahveni kendin yap. Hersey duzelecek. Bunu soyluyor bu reklam. Acik acik. Aptal bu insanlar.
Kahve icerken bir hesap makinelerine gidecekse eller nasil bir yasam bu? Gonul rahatligi ile kahve icemeyecek miyiz? Kahve yahu! Hesap kitap mi tutacagiz su hayatta durmadan?
Neden katliam yapar siradan insanlar?
Bir tartisma programi. Ne kadar da onemli bir konuda fikir beyan ediyor katilimcilar: kitle kiyiminin sebepleri. Neden o kendi halindeki, sessiz sedasiz cocuk birgun babasinin cekmecesindeki pompali silahi alip ta sira arkadaslarinin uzerine kursun yagdirir? Gozlerinde birikmis bir ofke ve dudaginin kenarinda bir siritis. Buyuk bir rahatlama. Nereden cikti bu kadar tutku, bu ne enerji de neyin nesi? Kim kaldirdi barajlari?
Onemli bir konu konusup ta en belirleyici noktalari es gecmek. Tartisiyor gibi yapmak. Biliyor gibi. Herseyden haberdar gibi. Sakat kavramlarla yanlis sorular soruyorlar ve itibar goruyorlar. Hak etmedikleri bir saygi. Kitle kiyiminin bir sebebi bu olamaz mi? Adil dagitilmayan itibar? Silahiyla okul basan cocuklar kayip itibarlarini aramiyorlar mi?
Pazar meydanlarina bombalar yagiyor. Bir baba her gun cocugunu siyah deri kemeriyle dovuyor. Amerika Afganistan'da terorist ariyor, buluyor, yok ediyor. Ongorulebilir zayiatlar var elbet. Demokrasinin evrensel bekciligi gorevi icin kucuk maliyetler. Boyle dusunuyor insanlar. Savastan donuyor askerler. Kulak kesenler ve kadinlara tecavuz edenler.
Neden katliam yapar siradan insanlar?
Ogretici bir reklam. Borclarin icin dertlenmeyi birak diyor, aklini kullan. Disaridan kahve almak yerine kahveni kendi evinde yapsan yilda 1000 dolar kazanirsin. Aklini kullansana, hesapla. Ayda 85 dolar cepte. Dusunsene. Ne karli is. Yilda 1000 dolar az para mi?
Borca batmissin ve bunun sorumlusu sensin. Cok kahve ictin vaktinde. Dusunmeden hem de. Simdi kendi kahveni kendin yap. Hersey duzelecek. Bunu soyluyor bu reklam. Acik acik. Aptal bu insanlar.
Kahve icerken bir hesap makinelerine gidecekse eller nasil bir yasam bu? Gonul rahatligi ile kahve icemeyecek miyiz? Kahve yahu! Hesap kitap mi tutacagiz su hayatta durmadan?
Neden katliam yapar siradan insanlar?
5 Eylül 2009 Cumartesi
Felaketin Sonu
Kesik kesik inlemeleri andıran bir deprem
Boğuk çızırtılar ve üç damlalık bir sel
Kanlı kızıl bir çeşmeydi gözbebekleri
Göğsünde bir volkanın ilk kükremeleri
Acıktı susadı
Durdu doğruldu
Yürüdü kemirdi
Yattı uyudu
Boğuk çızırtılar ve üç damlalık bir sel
Kanlı kızıl bir çeşmeydi gözbebekleri
Göğsünde bir volkanın ilk kükremeleri
Acıktı susadı
Durdu doğruldu
Yürüdü kemirdi
Yattı uyudu
4 Eylül 2009 Cuma
Sıradan Mucize
Ortalıkta sözcükler duruyor. Kimsenin tekeli yok üzerlerinde. Dil, bedavaya gelen ve ne kadar müsrif olursak olalım tüketemeyeceğimiz kamuya açık bir dipsiz hazine. İçine doğuyoruz onunla pişiyoruz ve gerektiğinde kavruluyoruz. Kendimizi bildiğimiz anda o var yanı başımızda. Bilinç, öyle en karmaşığından Kantçı bir özsorgulama ile edinilen üstbilinç değil, "ben-sen-o" ayrımının farkında olmaya denk gelen en alt seviyede bilinç dahi onun eseri. Kendisini evrende tekil bir varlık olarak algılaması için insanın "ben" kavramına ihtiyacı var ne de olsa. Kendini bilmek ile kullandığın dili bilmek (ya da dili nasıl kullandığını bilmek) arasında bir fark yoktur aslında.
Dil, anlamın beşiği. Dilsiz bir yaşam manasız bir ayrıntı olurdu. Her cümle bir yaratma edimi. Kaotik varoluşa bir düzen veren tanrısal bir dokunuş. Tek bir darbeyle, olasılık dünyamızı genişletebilir ya da ufaltabilir, ufuk çizgimizi enginlere çekebilir ya da önümüze sis perdeleri dikebilir. Sözcükler binbir sihirle donatılmış tılsım çubukları. Değdikleri yerde, bulutlara uzanan asma bahçeler de bitebilir, cehennemin kapıları sonuna kadar da aralanabilir.
Dil, anlamın beşiği. Dilsiz bir yaşam manasız bir ayrıntı olurdu. Her cümle bir yaratma edimi. Kaotik varoluşa bir düzen veren tanrısal bir dokunuş. Tek bir darbeyle, olasılık dünyamızı genişletebilir ya da ufaltabilir, ufuk çizgimizi enginlere çekebilir ya da önümüze sis perdeleri dikebilir. Sözcükler binbir sihirle donatılmış tılsım çubukları. Değdikleri yerde, bulutlara uzanan asma bahçeler de bitebilir, cehennemin kapıları sonuna kadar da aralanabilir.
2 Eylül 2009 Çarşamba
Bayan J.
Bazen bu dünyada nasıl nefes alabildiğine şaşıyorum bayan J.'nin. Hiç buraya ait değilmiş gibi bir hali var, şu içine çektiği hava dahi ciğerlerinde ters bir tepkimeye neden olabilir diye endişeleniyor insan. Dev gökdelenler, çok katmerli bürokrasi, kirli sokaklar, ortalığa pisleyen insanlar, evsizler ve her türden dolandırıcı ile ağzına kadar dolmuş bu karmaşık ve tehlikeli kent, onun minik beyninin taşıyabileceğinin çok üstünde bir zihinsel direnç gerektiriyor. İnsan, üstünkörü bir izlenimle, onun on haneli bir mezrada tekdüze gündelik işlerle uğraşan bir taşralı kadın olduğunu düşünebilir ama yıllarca tek başına bu global cangılda yaşayabilecek biri olduğunu kolay kolay hayal edemez. Gülerken hiç bir zaman insanın gözlerinin içine bakmıyor, ki bence bu sosyal ilişki kurmada bir sorunun varlığına işaret eder, başını hafifçe öne doğru eğiyor ve dudaklarının arasından boğuk ama içten bir şekilde "çok komik" kelimeleri döküldükten sonra bir suç işlemiş gibi kızarıp sessizleşiyor.
31 Ağustos 2009 Pazartesi
Roni Margulies'e Boya Banyosu
Sivil bir şahsa yönelmiş herhangi bir eylemin meşru bir protesto biçimi mi yoksa kabul edilemez bir saldırı mı olup olmadığını belirleyen faktörler nelerdir? Hesaba katılması gereken unsurların başında söz konusu şahsın temsil ettiği ahlaki-ideolojik değerler silsilesi ve kurumsal yapı geliyor kuşkusuz. En beklenmedik anda en yaratıcı şekilde pabucunu Bush'un kafasına nişanlayan Iraklı gazeteci Muntazar El Zeydi'nin eyleminin meşruluğunun altında Amerikan emperyalist sisteminin ölümcül gayrı-meşruiyeti yatıyordu. O eylemin meşruluğu konusunda bir an için bile şüpheye düşmememiz Bush'un Amerikan vahşi bencilliğini temsil etmesindeki takdire şayan başarısındadır. Bir adım ileriye gidebiliriz. Hangi şiddetteki eylemin ne kadar meşru olduğunu eylemin yöneldiği hedefin mahkumiyet derecesi belirler. Bu bakımdan El Zeydi'nin saldırganlık yoğunluğu düşük eylemi fazlasıyla meşrudur. Fakat Bush'un günah listesi o denli kabarıktır ki kendisine karşı çok daha şiddetli bir eyleme girişilmiş olsaydı dahi o eylem meşruiyet sınırlarını muhtemelen aşmazdı.
Peki 27 Ağustos'ta Roni Margulies'e karşı ÖDP'li gençler tarafından gerçekleştirilen yeşil boya eylemine nasıl yaklaşmalı? Margulies, Troçkist bir kuruluş olan Devrimci Sosyalist İşçi Partisi üyesi bir şair ve aynı zamanda Taraf gazetesinde köşe yazarı. Onun hakkında bu kadarcık malumat en azından şunu destekliyor: Margulies'in Marksist olup olmadığı ve hatta sosyalist sıfatını hak edip etmediği dahi tartışmaya açık olabilir, ama sahip olduğu politik duruşun, en geniş tabirle söyleyelim, solda olduğu su götürmez bir gerçek. Yani, yine en geniş tabirle, "bizden" ya da, en geniş tabiri dahi beğenmeyenler için negatif bir tanımlamayla ifade edelim, herşey bir tarafa Margulies "düşman" değil.
Düşman olmadığınız bir kimse ile eğer bir konuda anlaşamıyorsanız, o taktirde onu ikna etmeye çalışırsınız ya da, bu mümkün değilse, derdinizi en etkili bir biçimde ifade ederek hatalı bulduğunuz görüşün geniş bir kesim tarafından mahkum edilmesi ve yalnızlaştırılması için düşünsel çaba sarf edersiniz. İdeolojik farklılığa karşı ideolojik mücadele verirsiniz. Gücünüz yettiği kadar. Olmuyorsa daha çok kafa patlatırsınız. Ama fiziksel tacize kalkışmazsınız. Plekhanov'a karşı müthiş polemik kabiliyetini değil de yumruklarını konuşturan bir Lenin düşünülebilir mi? Peki ya Kautsky'e karşı ustaca keskinleştirilmiş üslubu yerine kesici aletlerle saldıran bir Rosa Luksemburg? Olur şey değil bunlar. Margulies'e karşı da her ne kadar şiddet içermese dahi fiziksel taciz içeren, kafadan aşağı boya boca etmek gibi bir eyleme kalkışmak olmaz o bakımdan.
Margulies'in önce ÖDP içinde büyük tepkiye ve sonrasında ise boyalı protestoya neden olan 12 Temmuz 2009 tarihli "Mahir Hüseyin Ulaş" başlıklı yazısı, en hafif tabirle, tek belirgin kaygısı Türkiye devrimciliğinin yumuşak karınlarına ölçüsüzce vurmak olan bir ibret vesikasıdır. Yazarının devrimcilerin vicdanında mahkumiyeti için yeterli bir kara lekedir. Ama ne kadar provokatif ne kadar küstahça ve devrimci bir sol geleneğin kendini yeniden üretmede karşılaştığı problemlere karşı ne kadar kör ve anlayışsız olursa olsun... Ne kadar alaycı ve kibirli olursa olsun ve ne denli tepeden konuşmaya yeltenirse yeltensin... Gerekirse Margulies'e karşı Margulies'ten daha küstah olunur. Gerekirse onun alaycılık perdesiyle örülü politik zaafları, en alasından alaycı karikatürlerin konusu yapılabilir ya da şaşkın kahramanının adının "Margulies" olduğu Moliere esintili bir komedi oyunu dostlar tiyatrosunda sergilenebilir. Ama Margulies'e boyalı saldırı olmaz. Ne de olsa "bizden"dir. Ne kadar dışardan konuşmaya teşne bir mesafede durursa dursun "düşman" değildir.
Peki 27 Ağustos'ta Roni Margulies'e karşı ÖDP'li gençler tarafından gerçekleştirilen yeşil boya eylemine nasıl yaklaşmalı? Margulies, Troçkist bir kuruluş olan Devrimci Sosyalist İşçi Partisi üyesi bir şair ve aynı zamanda Taraf gazetesinde köşe yazarı. Onun hakkında bu kadarcık malumat en azından şunu destekliyor: Margulies'in Marksist olup olmadığı ve hatta sosyalist sıfatını hak edip etmediği dahi tartışmaya açık olabilir, ama sahip olduğu politik duruşun, en geniş tabirle söyleyelim, solda olduğu su götürmez bir gerçek. Yani, yine en geniş tabirle, "bizden" ya da, en geniş tabiri dahi beğenmeyenler için negatif bir tanımlamayla ifade edelim, herşey bir tarafa Margulies "düşman" değil.
Düşman olmadığınız bir kimse ile eğer bir konuda anlaşamıyorsanız, o taktirde onu ikna etmeye çalışırsınız ya da, bu mümkün değilse, derdinizi en etkili bir biçimde ifade ederek hatalı bulduğunuz görüşün geniş bir kesim tarafından mahkum edilmesi ve yalnızlaştırılması için düşünsel çaba sarf edersiniz. İdeolojik farklılığa karşı ideolojik mücadele verirsiniz. Gücünüz yettiği kadar. Olmuyorsa daha çok kafa patlatırsınız. Ama fiziksel tacize kalkışmazsınız. Plekhanov'a karşı müthiş polemik kabiliyetini değil de yumruklarını konuşturan bir Lenin düşünülebilir mi? Peki ya Kautsky'e karşı ustaca keskinleştirilmiş üslubu yerine kesici aletlerle saldıran bir Rosa Luksemburg? Olur şey değil bunlar. Margulies'e karşı da her ne kadar şiddet içermese dahi fiziksel taciz içeren, kafadan aşağı boya boca etmek gibi bir eyleme kalkışmak olmaz o bakımdan.
Margulies'in önce ÖDP içinde büyük tepkiye ve sonrasında ise boyalı protestoya neden olan 12 Temmuz 2009 tarihli "Mahir Hüseyin Ulaş" başlıklı yazısı, en hafif tabirle, tek belirgin kaygısı Türkiye devrimciliğinin yumuşak karınlarına ölçüsüzce vurmak olan bir ibret vesikasıdır. Yazarının devrimcilerin vicdanında mahkumiyeti için yeterli bir kara lekedir. Ama ne kadar provokatif ne kadar küstahça ve devrimci bir sol geleneğin kendini yeniden üretmede karşılaştığı problemlere karşı ne kadar kör ve anlayışsız olursa olsun... Ne kadar alaycı ve kibirli olursa olsun ve ne denli tepeden konuşmaya yeltenirse yeltensin... Gerekirse Margulies'e karşı Margulies'ten daha küstah olunur. Gerekirse onun alaycılık perdesiyle örülü politik zaafları, en alasından alaycı karikatürlerin konusu yapılabilir ya da şaşkın kahramanının adının "Margulies" olduğu Moliere esintili bir komedi oyunu dostlar tiyatrosunda sergilenebilir. Ama Margulies'e boyalı saldırı olmaz. Ne de olsa "bizden"dir. Ne kadar dışardan konuşmaya teşne bir mesafede durursa dursun "düşman" değildir.
Ezber Bozan Siyasal Liberalizm: AKP dersleri
Türkiye'deki siyasal gelenek, esas itibarıyla, ırkçılığa varan katı milliyetçilik ve militarizm dışında hiçbir düşüncenin kendini anaakım olarak konumlandıramaması üzerine kurulmuştur. Siyasal liberalizm, sosyal demokrasi, sosyalizm ve komunizm (haşa!) gibi dünya siyasi tarihini ve kültürünü şekillendiren düşünsel akımlar ve politik hareketler, kimi istisnai dönemler hariç, Türkiye'de kendilerine hiçbir zaman kayda değer halk desteğine sahip "iç mihraklar" yaratamamıştır.
Bu tarih, bizim ezberimizdir. Soluduğumuz hava odur, gerektiği zaman ağır sopayla öğrendiğimiz de odur. Cumhuriyet'in kendisine "emanet edildiği", "gözbebeği" kadar harici tehditlere karşı korunması gereken ama gerektiğinde masaya "yumruk indirecek" kudret ve uyanıklığa sahip ordumuza tapınacağız. Bir de bunun üstüne, Türklüğümüzle övüneceğiz, Kürtlerin varlığını resmi düzeyde reddedeceğiz, "bizleri arkadan vurmaya her an hazır durumda" bekleyen azınlıkların malları karşısında iştahımızın kabarmasını normal bir durum belleyeceğiz. İçine sıkıştırıldığımız cenderemiz budur. İçine tıkıldığımız deli gömleği budur.
AKP'nin Türkiye siyasi yaşamında yarattığı sarsıntı, değişmez kabul ettiğimiz kabukların ya da "paradigma"nın çatırdamasının eseridir. Hikmeti sorgulanmaz olduğu kafamıza dipçikle çakılan TSK'nın eski üst düzey subayları şimdi darbe planlayıcısı oldukları gerekçesiyle yargıç karşısına dikilecekleri günleri duvara çentik atarak bekliyorlar. İçerdeler, belki siyasi mahkumların F-tipi işkencesine maruz değiller, ama içerdeler. Hiç alışık olmadıkları biçimde savunma yapacaklar. Zanlı konumundalar. Giydikleri üniformaların tüm icraatlarını fiilen akladığını varsayanlar için resmen "şüpheli" kabul edilmek ne hazin bir moral çöküntüdür! Ve tabii o katı, tavizsiz, gözükara milliyetçilik. Kürtler de varmış demek ki, onların da dilleri varmış demek ki, ve onlar da kendi dillerini konuşmak ve o dilde yaşamak isterlermiş demek ki. DTP öcü değilmiş; PKK, sebep değil sonuçmuş demek ki. Kürt sorunu bir dış güçler oyunu olmaktan ziyade Cumhuriyet'in bilinçli körlüğünün bir eseriymiş demek ki.
AKP'nin Türk siyasi yaşamında yarattığı sarsıntı, tüm çekingenliğine ve yer yer sergilediği tereddütlere rağmen, siyasi liberalizmin kendini anaakım olarak konumlandırmaya yeltenmesinin bir sonucudur. Bu sarsıntı çok derinlerden işliyor, eski günlerin yasını tutan birkaç hayalperestin şahin çığlıklarıyla durdurulamayacak kadar derinden... Bu sarsıntı tüm siyaset sahnesini yeniden şekillendiriyor. Yeni aktörler ve taze roller... Pek çok olasılığa gebe yeni dönemde üstlenilen yeni rollerde gösterilecek perfomanslar ana siyasi kültürün çerçevesini yeniden belirleyecek.
Bu tarih, bizim ezberimizdir. Soluduğumuz hava odur, gerektiği zaman ağır sopayla öğrendiğimiz de odur. Cumhuriyet'in kendisine "emanet edildiği", "gözbebeği" kadar harici tehditlere karşı korunması gereken ama gerektiğinde masaya "yumruk indirecek" kudret ve uyanıklığa sahip ordumuza tapınacağız. Bir de bunun üstüne, Türklüğümüzle övüneceğiz, Kürtlerin varlığını resmi düzeyde reddedeceğiz, "bizleri arkadan vurmaya her an hazır durumda" bekleyen azınlıkların malları karşısında iştahımızın kabarmasını normal bir durum belleyeceğiz. İçine sıkıştırıldığımız cenderemiz budur. İçine tıkıldığımız deli gömleği budur.
AKP'nin Türkiye siyasi yaşamında yarattığı sarsıntı, değişmez kabul ettiğimiz kabukların ya da "paradigma"nın çatırdamasının eseridir. Hikmeti sorgulanmaz olduğu kafamıza dipçikle çakılan TSK'nın eski üst düzey subayları şimdi darbe planlayıcısı oldukları gerekçesiyle yargıç karşısına dikilecekleri günleri duvara çentik atarak bekliyorlar. İçerdeler, belki siyasi mahkumların F-tipi işkencesine maruz değiller, ama içerdeler. Hiç alışık olmadıkları biçimde savunma yapacaklar. Zanlı konumundalar. Giydikleri üniformaların tüm icraatlarını fiilen akladığını varsayanlar için resmen "şüpheli" kabul edilmek ne hazin bir moral çöküntüdür! Ve tabii o katı, tavizsiz, gözükara milliyetçilik. Kürtler de varmış demek ki, onların da dilleri varmış demek ki, ve onlar da kendi dillerini konuşmak ve o dilde yaşamak isterlermiş demek ki. DTP öcü değilmiş; PKK, sebep değil sonuçmuş demek ki. Kürt sorunu bir dış güçler oyunu olmaktan ziyade Cumhuriyet'in bilinçli körlüğünün bir eseriymiş demek ki.
AKP'nin Türk siyasi yaşamında yarattığı sarsıntı, tüm çekingenliğine ve yer yer sergilediği tereddütlere rağmen, siyasi liberalizmin kendini anaakım olarak konumlandırmaya yeltenmesinin bir sonucudur. Bu sarsıntı çok derinlerden işliyor, eski günlerin yasını tutan birkaç hayalperestin şahin çığlıklarıyla durdurulamayacak kadar derinden... Bu sarsıntı tüm siyaset sahnesini yeniden şekillendiriyor. Yeni aktörler ve taze roller... Pek çok olasılığa gebe yeni dönemde üstlenilen yeni rollerde gösterilecek perfomanslar ana siyasi kültürün çerçevesini yeniden belirleyecek.
29 Ağustos 2009 Cumartesi
Terör, Filistin'in Gözyaşıdır
Üzerimize geldiler. Suratlarımıza tükürdüler. Ablalarımıza tecavüz ettiler, ağabeylerimizi sokak ortasında vurdular, babalarımızı türlü işkencelerden geçirdiler. Analarımız ağladı.
Akıllı füzelerle, kimyasal silahlarla, Skorsky helikopterleriyle, adını telaffuz edemediğim mermilerle geldiler. Bizleri kendi vatanımızda, kutsal bildiğimiz bu kadim topraklarda mülteci ettiler. Aralıksız şiddet uygulamadılar belki, ama canlarının istedikleri her an bizleri yere serebileceklerini hissettirdiler. Gururumuzla oynadılar. Eski başbakanlarından birisi "iki ayaklı iğrenç hayvanlar" dedi bizim için, "tıpkı çekirgeler gibi ezilmeliler" dedi bir diğeri.
Bizden neden bu kadar nefret ettiklerini hiç bir zaman tam olarak anlayamadım. Anlayacağımı da sanmam. Onların vaktinde çektikleri acıların sorumlusu bizler değildik ki. Öyleyse neyin bedeli bu yaşadıklarımız? Hangi suçun karşılığı? Büyük şeylerde gözümüz yok, tek istediğimiz kendi ülkemizde yaşamak. Görmüyorlar mı bunu? Ya uygar olduğu iddia edilen dünyanın geri kalanı? Onlar da mı körleşti? Zormuş demek ki bu kadarcık şey bile. Bu dünyada adalet yok.
Öyleyse şunu söylüyorum ben de. Kudüs bizim, Mescid-i Aksa bizimdir. Zorla sizin olamayacak kadar bizim, etimize değil ruhumuza işlemiş kadar bizim. Bizler bu toprakların evlatlarıyız, her türlü zulmünüze direneceğiz. Demek bizlere başka yol bırakmamakta ısrar ediyorsunuz, tüm köşeleri tuttunuz da ortalık yerde bizleri tokatlamaktan müthiş bir haz alıyorsunuz öyle mi? Bizler miyiz bu devrin lanetlileri?
Ey Filistin! Yeter ağladığın, soluklan şimdi. Karanlığın içine umut ışıklari yaracak sarsıntıların vakti geldi. Düşmanın tahayyül edemeyeceği barbarlık ile doldu damarlarımız. Onlara müstehak. Şimdi terör vaktidir.
"Terör fakirlerin savaşıdır, savaş ise zenginlerin terörü" (Peter Ustinov)
Akıllı füzelerle, kimyasal silahlarla, Skorsky helikopterleriyle, adını telaffuz edemediğim mermilerle geldiler. Bizleri kendi vatanımızda, kutsal bildiğimiz bu kadim topraklarda mülteci ettiler. Aralıksız şiddet uygulamadılar belki, ama canlarının istedikleri her an bizleri yere serebileceklerini hissettirdiler. Gururumuzla oynadılar. Eski başbakanlarından birisi "iki ayaklı iğrenç hayvanlar" dedi bizim için, "tıpkı çekirgeler gibi ezilmeliler" dedi bir diğeri.
Bizden neden bu kadar nefret ettiklerini hiç bir zaman tam olarak anlayamadım. Anlayacağımı da sanmam. Onların vaktinde çektikleri acıların sorumlusu bizler değildik ki. Öyleyse neyin bedeli bu yaşadıklarımız? Hangi suçun karşılığı? Büyük şeylerde gözümüz yok, tek istediğimiz kendi ülkemizde yaşamak. Görmüyorlar mı bunu? Ya uygar olduğu iddia edilen dünyanın geri kalanı? Onlar da mı körleşti? Zormuş demek ki bu kadarcık şey bile. Bu dünyada adalet yok.
Öyleyse şunu söylüyorum ben de. Kudüs bizim, Mescid-i Aksa bizimdir. Zorla sizin olamayacak kadar bizim, etimize değil ruhumuza işlemiş kadar bizim. Bizler bu toprakların evlatlarıyız, her türlü zulmünüze direneceğiz. Demek bizlere başka yol bırakmamakta ısrar ediyorsunuz, tüm köşeleri tuttunuz da ortalık yerde bizleri tokatlamaktan müthiş bir haz alıyorsunuz öyle mi? Bizler miyiz bu devrin lanetlileri?
Ey Filistin! Yeter ağladığın, soluklan şimdi. Karanlığın içine umut ışıklari yaracak sarsıntıların vakti geldi. Düşmanın tahayyül edemeyeceği barbarlık ile doldu damarlarımız. Onlara müstehak. Şimdi terör vaktidir.
"Terör fakirlerin savaşıdır, savaş ise zenginlerin terörü" (Peter Ustinov)
28 Ağustos 2009 Cuma
Küçük Tanrılar Krallığı
Küçük de olsa bir krallığa hükmedenler, gözlerini Tanrı'nın lütfuna kapadılar. Krallıklarının sahteliğini gün yüzüne çıkaracak olan kutsal ışığa sırtlarını döndüler. Hakikat yerine kibirlerini dinlediler, Hak yolunda kul olmaktansa yalan dünyasında efendiliği yeğlediler. Lanet yağacak üstlerine. Sonları ne olur kim bilir?
Batı Toplumları
Batı toplumlarında; bir tarafta, satıcıların müşterilere davranışlarında aşırı nezaket ve kibarlık vardır, diğer tarafta ise sokaktaki vatandaşlar arasındaki ilişkilerde yer yer saygısızlığa varan müthiş bir kayıtsızlık ve görmezden gelme durumu. Kafelerdeki servis hizmetleri muhtemelen kusursuz olacak, mağazalardaki tezgahtarlar sizi memnun etmek için en tatlı üsluplarını takınacaklar, telefon şirketlerindeki çalışanlar en hızlı ve kaliteli haberleşmenin yollarını size aktarmak için yarışacaklardır. Halbuki, eğer azgın bir erkeğin tacizine uğramış bir genç kızsanız kimse sizi kurtarmak için kılını kıpırdatmayacaktır ya da vurup kaçan bir araç tarafından yere serilmişseniz ve kolunuz bacağınız yara bere içindeyse kimse yetişmeye çalıştığı o "çok önemli" toplantıdan feragat edip yardımınıza koşmayacaktır. Müşteri memnuniyeti için bir bin taklanın atıldığı bu toplumlarda her birey, alıcı sıfatını yitirdiği yer ve zamanlarda, hiçlik tarafından yutulur.
Bayan J.
Bayan J. ile ben, ayartma üzerine kurulu bu keşmekeş yuvasına başka dünyalardan atılmış ve her nasılsa bambaşka yollardan geçip aynı köşede rastgelmiş iki yalnız ruhuz. Yalnızlık, çok seyrek olarak gönüllü bir tercihtir. Biz de gönülsüz yalnızlığımızı bir süreliğine dindirmek ve havadan sudan da olsa laflamak için şimdilik birbirimize sarıldık. Sözün gelişi konuştuğum sanılmasın, kelimenin tam manasıyla tek muhabbetimiz havadan ve sudan şeylerden ibaret. Şehrin pahalılığından, sokakların pisliğinden, ortak tanıdık kişilerin karakterlerinden ve zekalarından, bilmem hangi mağazadaki satıcının anlamsız öfkesinden ve bunun gibi manasız şeylerden konuşuyoruz çoğu zaman. Bir tablonun estetik değeri, felsefi bir problemin doğası, bir mimarın hayal gücü gibi mühim konulardan da konuştuğumuz oluyor olmasına, fakat öylesi ender anlarda o denli zavallıca yorumlar yapıyoruz ki o konuşmaları muhabbetten saymak için bin şahit gerekir. Lakin tüm bu incir çekirdeği konuşmalar dahi içimizdeki boşluğu bir nebze dolduruyor ve yalnızlığımızı bir an için unutturmaya yetiyorlar. O unutma anlarındaki manevi ortaklık bizimkisi.
27 Ağustos 2009 Perşembe
John Berger ve Ahmet Altan
Genel hakikat:
"...insanlık tecrübesi ve çekilen acıların kapsamı düşünüldüğünde, söylenmesi gerekenler söylenmeseydi bu utanç verici olurdu."
(John Berger, Kıymetini Bil Herşeyin, sayfa 80)
Türkiye gerçeğine tümdengelim:
"Bir teğmenin eline bir bomba verip pimini çekmesinden sonra mevziden mevziye dolaşırken bombanın patlamasıyla birlikte ölen genç askerin babası, dün sabah bizim gazetedeki haberi görünce koşa koşa askerlik şubesine gitmiş.
“Bu haber nedir” diye sormuş.
Şubedeki görevliler ona aynen şunu söylemişler.
“Sen o gazetede yazılanlara inanıyor musun?”
Eğer o baba bana gelseydi ben de ona sanırım benzer bir söz söylerdim.
“Sen o ordunun söylediklerine inanıyor musun?” "
(Ahmet Altan, Taraf gazetesi, http://www.taraf.com.tr/makale/7137.htm)
"...insanlık tecrübesi ve çekilen acıların kapsamı düşünüldüğünde, söylenmesi gerekenler söylenmeseydi bu utanç verici olurdu."
(John Berger, Kıymetini Bil Herşeyin, sayfa 80)
Türkiye gerçeğine tümdengelim:
"Bir teğmenin eline bir bomba verip pimini çekmesinden sonra mevziden mevziye dolaşırken bombanın patlamasıyla birlikte ölen genç askerin babası, dün sabah bizim gazetedeki haberi görünce koşa koşa askerlik şubesine gitmiş.
“Bu haber nedir” diye sormuş.
Şubedeki görevliler ona aynen şunu söylemişler.
“Sen o gazetede yazılanlara inanıyor musun?”
Eğer o baba bana gelseydi ben de ona sanırım benzer bir söz söylerdim.
“Sen o ordunun söylediklerine inanıyor musun?” "
(Ahmet Altan, Taraf gazetesi, http://www.taraf.com.tr/makale/7137.htm)
Marquez ve Benim Hüzünlü Orospularım
Kolombiyalı yazar Marquez'in romanın henüz ilk sayfasında, kadın satıcısı olan Rosa Cabarcas'ın ağzından şu cümleyi işitmek kitabı okuma iştahımı fena halde azdırdı: "Ahlak da bir zaman sorunudur." İmrenilecek derecede yalın bir tarzda, bir büyük hakikati anlatıyor aslında bu sözler: arzulara direnen her katı ahlaki yapı, öyle ya da böyle ama mutlaka, zaman içinde buharlaşır. Bir toplum yaratmak ve onu korumak için cinsel arzulara, şehvete ya da kabaca Freud'un "bilinç altı" dediği o ürkünç krallığa gem vurarak bireyleri iğdiş etme yolunu seçen her iktidarın sırtı mutlaka yere gelecektir. Arzular, hiç bir zaman ölmez; sadece "ahlak"a karşı savaşta dönemsel olarak geri çekilirler. Arzuların "ahlak"a karşı mücadelesi düzenli bir orduya karşı savaşan hayalet gerilla kuvvetlerinin mücadelesi gibidir. Ve hayalet gerillaların hiç bir savaşı kaybettikleri görülmemiştir.
26 Ağustos 2009 Çarşamba
Aslı Erdoğan: "Solcu olmayan Kadın Yazar"
Radikal gazetesinin kitap ekine verdiği röportajdaydı sanırım, kelimesi kelimesine hatırlamıyorum ama şuna yakın birşey söylemişti Aslı Erdoğan: "Türkiyede kadın yazar olmak çok zor, hele bir de solcu değilseniz iyice zor..."
Türkiye'de yazar olmanın zorluğu malum. Yazarların kaderleri ait oldukları ülkelerin kaderleriyle yakından ilintili. Her yazar ancak etkileyebildiği okur kitlesi kadar var olabilir; Türkiye'de ise bu kitlenin toplam nüfusa oranının pek de iç açıcı olmadığı sır değil. Türkiye'de kadın yazar olmak ise iki kere zor. Başına 'kadın'ı eklediğiniz her meslek dalının otomatik olarak eklemesiz olanından iki kere zor olduğu gibi. Ama Türkiye'de solcu olmak yazarlık mesleğinin yükünü, çilesini hafifleten bir unsur mudur?
Bir bakıma gerçekten öyle. Karanlık toprakların minik insanlarının münevver bir geleceğe yolculuklarında tayin edici itici güç, tepeden inmeci Tevhidi Tedrisat yasaları değil, "dünyayı anlamak (ve tabii, vakti gelince, değiştirmek)" gibi bir derdi olan idealist solcuları idi. Bu bakımdan mürekkebin tadını en iyi onlar bilirdi, kitapların arasında kemirgen kurtlar gibi onlar dolaştılar, okumaya-yazmaya dair ciddi olarak ne biriktirdiysek onların gölgesinde gerçekleşti. Türkiye'deki süreli yayınlara bir göz atalım, ekseriyatla sol eğilimlidirler. Yayınevlerine bakalım, sonuç aynıdır. Türkiye'de aydın olmak ile solcu olmak arasında ciddi bir korelasyon vardır. Öyleyse, Erdoğan haklı: Okur-yazar kitlesi çoğunlukla solculardan müteşekkil bir ülkede solcu olmayan bir yazar olmanın kendine özgü, ilave zorlukları olsa gerektir.
Türkiye'de yazar olmanın zorluğu malum. Yazarların kaderleri ait oldukları ülkelerin kaderleriyle yakından ilintili. Her yazar ancak etkileyebildiği okur kitlesi kadar var olabilir; Türkiye'de ise bu kitlenin toplam nüfusa oranının pek de iç açıcı olmadığı sır değil. Türkiye'de kadın yazar olmak ise iki kere zor. Başına 'kadın'ı eklediğiniz her meslek dalının otomatik olarak eklemesiz olanından iki kere zor olduğu gibi. Ama Türkiye'de solcu olmak yazarlık mesleğinin yükünü, çilesini hafifleten bir unsur mudur?
Bir bakıma gerçekten öyle. Karanlık toprakların minik insanlarının münevver bir geleceğe yolculuklarında tayin edici itici güç, tepeden inmeci Tevhidi Tedrisat yasaları değil, "dünyayı anlamak (ve tabii, vakti gelince, değiştirmek)" gibi bir derdi olan idealist solcuları idi. Bu bakımdan mürekkebin tadını en iyi onlar bilirdi, kitapların arasında kemirgen kurtlar gibi onlar dolaştılar, okumaya-yazmaya dair ciddi olarak ne biriktirdiysek onların gölgesinde gerçekleşti. Türkiye'deki süreli yayınlara bir göz atalım, ekseriyatla sol eğilimlidirler. Yayınevlerine bakalım, sonuç aynıdır. Türkiye'de aydın olmak ile solcu olmak arasında ciddi bir korelasyon vardır. Öyleyse, Erdoğan haklı: Okur-yazar kitlesi çoğunlukla solculardan müteşekkil bir ülkede solcu olmayan bir yazar olmanın kendine özgü, ilave zorlukları olsa gerektir.
23 Ağustos 2009 Pazar
Önce özetler
"Demokratik açılım" olarak isimlendirilen proje konusundaki tavrımı tek bir cümleyle özetlemek gerekirse şunu söyleyebilirim:
Mevcut projeye, ne Sezen Aksu'nun yakarışlarında ifadesini bulduğu kadar temkinsiz bir şuur kaybıyla ne de AKP'nin her yaptığının önsel olarak ya da peşinen yanlış olduğunu savunan kolaycı bir reddiyeyle yaklaşıyorum.
Tek cümlelik özetler, bilirim kafi değildir.
Zira konu pek derindir.
Ve fakat benim halim pek müşküldür.
Bir uzun iç çekişe namüsaittir.
Mevcut projeye, ne Sezen Aksu'nun yakarışlarında ifadesini bulduğu kadar temkinsiz bir şuur kaybıyla ne de AKP'nin her yaptığının önsel olarak ya da peşinen yanlış olduğunu savunan kolaycı bir reddiyeyle yaklaşıyorum.
Tek cümlelik özetler, bilirim kafi değildir.
Zira konu pek derindir.
Ve fakat benim halim pek müşküldür.
Bir uzun iç çekişe namüsaittir.
18 Ağustos 2009 Salı
Bazen hayat...
Halısahada top teptiğinde, cafelerde playstation çılgınlığına kendini bıraktığında, sonu gelmeyen flörtlerle yüreğini hoppalığa teslim ettiğinde, erkek arkadaşlarınla "ortak mülkiyet" kadınlar üzerinde lafladığında, paintball oynadığında, go kartta kapıştığında, minik kedileri besleyip vik'lemelerini duyduğunda, homofobik esprilere katılarak güldüğünde... hayat bazen sadece bunlardan ibaret olabilirmiş gibi geliyor insana. Sorumluluk duygusundan uzak, vicdani sorgulamalara kayıtsız, bir tatlı ve hafif hayatın cazibesi insanı gönüllü bir körleşmeye razı kılabiliyor.
17 Ağustos 2009 Pazartesi
Dil kaygısı, şüphe unsuru
Bazen kafamda o kadar çok düşünce uçuşuyor ki, doğru kelimeleri bulmakta zorlanıyorum. O sukunet, o düşünme hali; konuşma edimiyle bir çırpıda içini boşaltabilen insanlar karşısında bir acze mi işaret ediyor? Durmadan kendini doyuma ulaştıran bir insan karşısında sürekli olarak zevki erteleyen, o hedefteki mutlak tatmin için şimdiki anlık gevşemeyi feda eden birinin dervişliği mi yoksa bu?
Yeni bir dil bulma ihtiyacı hissetmeden, aynı konular üzerine üç aşağı beş yukarı aynı döngüyle günlerce konuşmaktan hiçbir rahatsızlık duymadan yaşayabilmek, buna karşın kendinden ve söylediklerinin hakikatinden son derece emin olabilmek gerçek bir rahatlık bir bakıma. Soruların ve cevapların önceden, henüz iletişim başlamadan önce belirlenmiş oldugu o konformist evren. Şüphe unsuruna yer olmayan, verili kalıpların her yaraya merhem olduğu kaygısız küçük adamlar dünyası.
Yeni bir dil bulma ihtiyacı hissetmeden, aynı konular üzerine üç aşağı beş yukarı aynı döngüyle günlerce konuşmaktan hiçbir rahatsızlık duymadan yaşayabilmek, buna karşın kendinden ve söylediklerinin hakikatinden son derece emin olabilmek gerçek bir rahatlık bir bakıma. Soruların ve cevapların önceden, henüz iletişim başlamadan önce belirlenmiş oldugu o konformist evren. Şüphe unsuruna yer olmayan, verili kalıpların her yaraya merhem olduğu kaygısız küçük adamlar dünyası.
15 Ağustos 2009 Cumartesi
Samimiyet: A görüşü
Samimiyetin kendine özgü bir raconu var; hal, duruş, vurgular, mimikler... Samimiyet, esas olarak, biçimsel bir nitelik; söylenen sözün içeriğinden bağımsız olarak bir insan samimi ya da samimiyetsiz olabilir. Bu racon, bu biçim, bu genel tavır; bir insandan bir başka insana öğretilebilir, okullarda pratik bir eğitimin konusu olabilir. Kolunu şu açıyla bu şekilde kaldırdığında, sesine şuna yakın bir ton verdiğinde, yüzünü şu şekilde gerdiğinde ya da gevşettiğinde akli herhangi bir varlık samimi bir görünüm sunabilir. Matematiksel olarak formüle dökülebilir, robot-insanlara aktarılabilir. Ölçülebilir her nitelik gibi bilimsel bir merakın alanına düşer, aslen bir "görüntü"den ibaret olduğu için nesnel değerlendirmelerin konusu olabilecek türdendir. Halbuki, hiç bir görüntünün kendi içinde bir değeri yoktur, o yüzden samimiyet ahlaki bir erdem olarak yüceltilemeyecek, gereğinden fazla abartılmış bir yüzey-niteliktir.
13 Ağustos 2009 Perşembe
Hikaye 1c
Ağır adımlarla ilerlerken "ne istiyorlar acaba?" diye içinden geçirdi Kemal. Tüm gündelik zevkleri her gün aynı boğucu rutini izlemek olan bu insanlar hakkında sorulacak olan doğru sorunun bu olmadığını pekala biliyordu ama doğru sorunun ne olduğu konusunda emin olamadı. Belki de bu işin bir doğrusu yoktur diye düşündü. Fikrini değiştirmesi uzun sürmedi. "Elbette her işin bir doğrusu var!" diye mırıldandı. Kendi hapsedilmişliklerini her gün kendini yineleyen, tükenmez bir arzuyla kutlar gibi gülüşen, konuşan, atışan bu insanlardan tiksiniyor muydu? Bu insanların yaşamına dair anlık bir düşünce dahi Kemal'in tüm hayat kuvvetini emerken nasıl oluyordu da onlar kendi gerçekliklerinde nefes alabiliyorlar, dahası her günü taze bir festival havasında geçiriyorlardı? Şu kainatın derin bir gizemi varsa eğer, Kemal'e göre bu, kesinlikle bu soruların yanıtlarında gizliydi. Bir bilinmez aranacaksa eğer, sıradan insanların yaşamlarına dair sorularda aranmalıydı.
12 Ağustos 2009 Çarşamba
Hikaye 1b
Apartman kapısından dışarı adım attığında ne tarafa doğru yoluna devam edeceği konusunda bir an kararsızlık yaşadıktan sonra sola yöneldi. Daracık sokakta sakin adımlarla ilerlerken başı hafifçe önüne doğru eğilmişti. Şu halde bile kendisini çevreleyen binaların alçak pencerelerine göç yorgunu kuşlar gibi tünemiş kadınların bakışlarının sokağı türlü şekillerde kestiğinin bilincindeydi. Mahallenin kadınları günün belirli saatlerinde, sanki önceden kararlaştırılmış bir planı uygular gibi sokağı gözetleme görevini üstlenmişlerdi. Ola ki, içlerinden biri mahallede gerçekleşen mühim bir vakayı herhangi bir sebepten ötürü izleme zevkini kaçırsın, derhal diğerleri tarafından kendi seyir yuvasına çağrılır ve gürültülü bir şekilde, vakayı en ince ayrıntısına kadar gözünde canlandırmasına olanak verecek kadar gözlem bombardımanına tutulurdu.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)